Anılar kıpır kıpır – Ruhan Odabaş

0
820

Ruhan Odabaş

Yol Hikâyeleri – 2 –

Yollar eskisi gibi değildi belki ya, trafik de eskisi gibi değildi artık. Gün boyu parmakla sayılacak kadar araç geçerdi çocukluğunda. Şimdilerde geçen araçları saymak olası değildi. Bunu düşününce ayağını gazdan çekti, daha dikkatli inmeye başladı Borçka’ya doğru. Aklına Kâzım geldi. Kâzım’ın CD’sini el yordamıyla bulup sürdü teybe. Önce bir sessizlik oldu, sonrasında yanık bir ses;

“Koyverdun gittun beni da koyverdun gittun beni.” Müziği, türküleri severdi de, Kâzım’ı bir başka severdi. Bunun nedeni kendi diliyle söylemesi de olabilir miydi ki!..

Önce Mervat göründü. Eski yol karşıda kalmıştı artık. Halasının evinin tam kapısından geçerdi o yol ve bölgenin en düzlük alanıydı. Sonradan tomruk deposu oldu, gençlerin futbol oynadığı alan oldu derken, Tibuki’lerin düzlük yok olup gitti. Çocukluğu, o kapılarda geçen güzel günleri, bahçedeki vişne ağacı, çeperin dibindeki Frenk üzümü bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Geceleri dere sesiyle uyumaları, balık tutmak için sabahı iple çekmeleri tek tek canlandı anılarında.

Taş köprü göründü uzaktan. Yılların eskitemediği, yıllarca üstünden geçip öğretmenlik yaptığı okula gittiği kemer köprüydü o ve insanları Çxala Deresi’nin karşısına taşımaktan daha farklı önemi vardı kendisi için. Köprünün ayağına geldiğinde aracını sağa çekti, indi ve dikkatlice yolun karşısına geçti. Köprünün en üst noktasına geldiğinde önce suya, sonra da karşıdaki fındık bahçesine baktı.

Bilmeyenin;

“Ne bakıyorsun, fındık bahçesi görmedin mi hiç” yorumunu yapabileceği o bahçe kendisini almış, Kostanet’teki ocak başına götürmüş, dedesinin anlattıklarını bir kez daha düşürmüştü aklına.

Öyle böyle değildi dedesi Hüseyin Odabaş’ın anlattıkları. Tarihe tanıklık etmişti, mavzeriyle tarihe not düşmüştü arkadaşlarıyla birlikte. Şunları anlatmıştı;

“Osman Nuri Kaboğlu, Süleymanoğlu Arif’in babası ve ben. Yanımızda birkaç arkadaş daha vardı. O zamanlar fındık bahçesi değil, ormanlık bir alandı köprüyü yukarıdan gören yer. Ağaçların arasına gizlendik ve beklemeye başladık. Aldığımız haber, atlı bir düşman birliğinin köye doğru geldiği idi. Yalan da çıkmadı ve epeyce bir beklemeden sonra o birlik göründü. Babalarının toprağıymış gibi, kendilerinden emin bir biçimde ilerliyorlardı. Köprünün taşlarında kaymamak için atlarını daha yavaş sürmeye başladıkları anda ilk kurşun patladı bizden. Sonrasında ortalık toz duman oldu. Düşman askerleri atlarından tek tek düşerken atlar da deliye dönmüştü. Köprünün üstündeki cesetler, dereye düşenler derken, bir birlik darmadağınık oldu. Kaç kişi ölmüştü bilemedik. Onların kurtulanları Borçka’ya doğru kaçarken, biz de dağa, tepeye doğru çekildik.”

Dedesiyle birlikte yaşamış gibiydi. Bağımsızlık için kan döken, kanı dökülen bir avuç insandan birinin torunu olmanın gururuyla dokundu köprünün taşlarına. Dedesinin ve silah arkadaşlarının anıları önünde saygı ile eğildi.

Okulun dere tarafında köyün camisi vardı. Caminin altındaki iki sınıftan birinde dört yıl çalışmış, köyünün çocuklarına bir şeyler öğretme çabasında olmuştu. O günler de gelip geçti gözlerinin önünden. Kuzeni Faruk’u bir trafik kazasında yitirmenin acısını, halasının emeklerini yeniden yaşattı benliğinde. Karmakarışık duygular içinde yeniden arabasına yöneldi. Yeni bir heyecanla motoru çalıştırdı ve bu kez hiç acele etmeden sürdü arabasını.

Vanet Köprüsü sağında, Sak’uçxe solunda kalıyordu. Çeşmenin başında durdu ve sol tarafa baktı. Dedesinin, babaannesinin, babasının, amcalarının mezarları oradaydı. Hepsini saygıyla andı ve çocukluğunun düşlerine dalıp gitti.

K’ostanet’te doğmuştu. Şu anda 200 yıldan fazla bir geçmişi olan ahşap evin ön odalarından birinde gözlerini dünyaya açmıştı. Çocukluğunun önemli bir bölümü köyde geçmiş, köye çok yakın olan ilçe merkeziyle de bağını kesmemişti hiç. İlkokulu, ortaokulu Borçka’da okumuş, yaz tatillerinde köye gelip inek otarmıştı. Amca çocuklarıyla birlikte yedikleri yaban mersininin kamaştırdığı dişleri aklına geldi, gülümsedi. Hiç farkında olmadan, sağ elinin yüzük parmağını, parmağındaki kesiği okşadı. Ortaokul yıllarıydı, karşıdaki bahçede karasabanla çift sürüyordu ve tahrayla kesmişti o parmağını.

Çocukluğunun önemli anılarından biriydi. Bir de, kendi kapılarındaki köpeğin kolunu ısırmasını unutmuyor ve köpeğin o davranışını bugün bile anlayamıyordu. Çakmaklı, ağızdan doldurulan kuş tüfekleriyle ava gitmeleri, Kadir amcasının sol eliyle keser tutup şimşir kaşıklar yontmaları, morfinsiz diş çekimleri için duvarda asılı duran kara kerpeten, ahırdaki ineğin memesinden süt emen yılanın öldürülüşü, yaban kedilerinin evdeki kedi yavrularını öldürüşü, çakal sesleri, kurt ulumaları ve mısır yemeye gelen domuzların gece homurtuları.

Anımsayacağı çok şey vardı, anlatacağı çok şey. Bitiremeyeceğini anlayınca kendine sustu. Hangi birini anlatabilirdi ki!

Mısır çapalama, ayıklama, fındık toplama imecelerini mi!

Köy düğünlerini mi!

Evde büyütülen, kendisinin de bulunduğu bir fotoğraftaki gerçek geyik öyküsünü mü!

Acıları mı, ağıtları mı!

Uyumak istiyordu. Ne ki, bu uyku istemi öyle kuş tüyü bir yastıkta değildi. Karşıki bahçede, Hailoğlu’daki tahta kolibada, eğrelti otlarından yapılmış, önünde ateş yanan bir yataktaydı. Daha fazla duygusala bağlamamak için yeniden bindi arabasına ve bu kez Dak’vara Suyu’na doğru sürdü.

Devam edecek…

Yazarın bir önceki yazısının devamıdır. Utanmakla sevinmek arası