Kültür ve Siyasette Kim Daha Uzağa İşiyor? – Ateş İlyas Bassoy

0
771

Ateş İlyas Bassoy

Genellemelerin yanlış olduğu varsayımı yıllardır şartlandırıldığımız hatalı düşüncelerden biri. Bazı genellemeler yanlış olabilir ama tüm genellemeleri yanlış görmek sözcüğün hatalı kullanımına uygun bir genellemedir. Örneğin “Japonlar çalışkandır” demek doğru bir genellemedir ama bu “Tüm Japonlar muhakkak çalışkandır” demek değildir. Öte yandan “Koalalar çalışkandır” demek yanlış bir genellemedir, çünkü bir tek çalışkan koala dahi görülmemiştir.

Genellemeler ile ilgili bu girizgâhtan sonra bugünkü hutbemin mevzuuna geçeyim: Efendim, Türkiye’nin solunda siyaset ve entelektüellikle uğraşanlar, kendini Türkiye’nin solunda gören ama bir siyasi parti üyesi olmayan veya entelektüel dışavurumlarda bulunmayan kitle ortalamasının gerisindedir.

CHP’den örnek vereyim. CHP’ye yaklaşık 12 milyon kişi oy veriyor. Bu partide delege, vekil, gençlik kolu, kadın kolu vs toplasan faal olarak siyaset yapan 5 bin kişiye zar zor ulaşırsın, gül hatırınıza 10 bin diyelim.

Yıllar içinde şöyle bir genellemeye ulaştım: CHP’nin siyasetle uğraşan tüm kadrosunu (tüm yöneticilerini, tüm vekillerini, tüm delegelerini, tüm kadın ve gençlik kollarını) toplayıp Hawaii adalarına tatile yollasak, CHP yine aynı oyu alır veya bir ihtimal daha fazla oy alır. Nasıl genelleme ama?

Çünkü bana göre, CHP’ye oy veren seçmenin seçim kararında bu örgütün (en azından müspet anlamda) hiçbir etkisi yok. CHP seçmeninin ortalaması, CHP yöneticilerinden daha bilgili ve daha duyarlı. CHP seçmenin ortak aklı veya sağduyusu CHP yöneticilerinden daha ileride. Bu seçmen CHP’ye, CHP örgütünün yapısına bayıldığı için değil, ülke şeriata yenilmesin, kız çocukları köleleştirilmesin, diktatörlük gelmesin vb nedenlerle oy veriyor.

Elbette aksi pek çok örnek vardır. Elbette CHP içinde aktif siyasetle uğraşan çok kıymetli insanlar var ve elbette CHP’ye futbol fanatiği gibi oy veren bir kitle de var ama bu tip örnekler yaptığım bu genellemeyi yıkmıyor çünkü bence genel durum benim söylediğim gibi.

Benzer hisse “entelektüellikle geçinen veya geçinmeye çalışan” tayfa ile, gizli entelektüelleri karşılaştırınca da kapılırım. Bunların “delege”, “vekil” gibi bir ünvanları olmadığı için ayrıştırmak biraz daha zor, gerçi kimisi akademik ünvanlara sahip ama onların da aralarında ayrıştıma yapmak şart.

Gazetelerde yazan, panellere konuşmacı olarak katılan, aylaklığını finanse edebilecek bir aileden geldiği için eşek bağlasan yirmi senede profesör olacak üniversitelerde akademik kariyer edinen insanlar tanıdım. Bu insanların genelleme yapacak kadar büyük oranında hayal kırıklığı yaratan dar kafalılık, silik gözlem gücü, dönemin moda düşünürlerinden basmakalıp alıntılar veya bir sürü özel ismi ezberden sıralamayla elde ettikleri ışıltının ardına gizlenmiş kapkara bir cehalet gördüm.

Öte yandan entelektüel olmakla ilgili hiçbir iddiası olmayan bir emekli öğretmen, işsiz bir delikanlı, taşradaki bir pratisyen hekim, her şeyden bıkıp Ege’de çorbacı dükkanı açmış bir akşamcı gibi yüzlerce kişide konuştukça açılan kapılar ardına gizlenmiş hazineler keşfettim.

Eskiden bunların tesadüf olduğunu düşünürdüm. Zaman zaman da kontrastları abarttığımı: Boğaziçili bir profesörün açığını ararken, Fethiye’deki bir eczacının her sözünde hikmet aramak istediğimi filan sanıyordum, ki bu hileli terazimi bütünüyle reddetmem de mümkün değil.

Ama zamanla şunu da anladım:

Bir konuyu iş ediniyorsan, bu iş seni körleştiriyor, hatta aptallaştırıyor. İş edindiğin konuda yükselmek istiyorsan bu istek seni bir cemiyete girmeye mecbur ediyor ve o cemiyete girme çabası içinde büsbütün bir hödüğe, su katılmamış bir oduna, hatta giderek bir zalime dönüşüyorsun.

Yıllar önce Ankara’da CHP’li gençlerle bir sohbete katılmıştım. Her biri ayrı ayrı çok iyi eğitimli ve çok kibar olan bu gençler bir araya gelince Kautsky, Bernstein, Bebel gibi isimlerin havada uçuştuğu, bu ülkeyi geçtim, bu dünyayla bile ilgisi olmayan ve alt metninde birbirlerine gıcık grupların bilgi üzerinden efelendiği ve sidik yarıştırdığı ilkel bir kabileye dönüşmüşlerdi.

1980’lerin sonunda İstanbul’un edebiyat ve siyaset dünyasına paraşütle düşmüştüm. Zamanla o dünyadan öylesine tiksindim ki, birkaç arkadaşımla birlikte Moda’daki evimize kapandık; film izlemek, kitap okumak ve sarhoş olmaktan ibaret on muhteşem yılı Beyoğlu’na adım bile atmadan geçirdik.

Daha sonra yeterince büyüdüğümü düşünerek Beyoğlu’na ikinci bir sefer düzenledim. İlk seferdeki eli tespihli, maço, öküz erkek (ve erkek gibi kadın) tayfası farklı isimlerle ama aynen duruyorlardı. Anladım ki bu nesillerdir devam eden bir bayrak yarışıydı ve öküzlerin dünyasında yer edinmek istiyorsan senin de su katılmamış bir öküz olman şarttı.

Elbette her grubun içinde esas çoğunluk çalışkan, iyi niyetli, verici insanlardı ama yine her grubun içinde şaşırtıcı biçimde ev sahibi olan onlar değil, aksine kaba saba insanlardı. “İyiler” sabırla ve sükunetle, çoğu zaman çaresizlikle “kurtulacakları” günü bekleyen mahkumlar gibiydiler ve benim esas yakınlık kurduğum kişiler hep bu “gidici”ler olurdu.

O güzel insanlar, o kalabalık metrobüslere bindiler ve çekip gittiler. Sonra yeni “iyiler” geldi, birkaç yıl tüm enerjileriyle çalışıp tekerleri döndürdüler ama onlar da tükendi. Arabanın şoför koltuğunda duran tespihli hödükler ise hiç eksilmedi.

Genellemelerle dolu bu yazım sayısız örnekle yalanlanabilir; adet olduğu üzere oklar konudan ziyade yazara yönelebilir ve yazar da melek olmayabilir.

Kıssadan hisse: Tanınmış bir ahlakçı, muhtemelen ahlaksız bir insandır.

İnsanlar neden aktif siyasete dahil olmuyor, meşhur entelektüeller neden pek dikkate alınmıyor gibi soruların yanıtını belki de derinlerde aramalı.

Kültür veya siyaset üzerinden kariyer yapmak istiyorsanız, öncelikle Ecinniler romanını okumanızı öneririm.