Boğazda saltanat kayığı | Deniz Topaloğlu

0
981

Deniz Topaloğlu

Birçok insan tarihin tekerrür etmeyi sevdiğini düşünür, öyledir de; ancak öyle anlaşılıyor ki tarih şaka yapmayı da oldukça seviyor. Düşünün bir kere Cumhuriyet düşmanı, Hilafet ve Saltanatın yılmaz kalemi Kadir Mısırlıoğlu’nun öldüğü gün, daha Münker ve Nekir bile sorguya başlama fırsatı bulamadan, bir bakmışız ki ülkemizde saltanat ilan edilivermiş; Akp saltanatı. Şaka gibi değil mi?

Aslında hepimizin, Akp iktidarının sandıktan çıkan sonuca itibar etmeyeceğine dair yerleşmiş ortak bir düşüncesi özellikle Anadolu Ajansı’nın gece yarısından sabaha kadar süren “sessizlik orucu” ile iyice pekişmemiş miydi? Elbette hepimizin düşüncesi bu yönde oldukça sertelmişti ama hepimiz, “ülkemizin, çocuklarımızın geleceği” adına, adil bir sağduyulu sesin bu sorumsuzluğa ortak olmayacağına dair bir fukara umudunun peşine düşmekten kendimizi ne yazık ki alamadık. Bu umut yersiz miydi, elbette yerli yerindeydi; hepimiz topluca, bir ayinde huşu içinde odaklanmış müminler gibi “belki” ile başlayan cümleler kurduk. Belki bu sefer demokrasi kazanırdı, belki bu sefer ülke topluca girdiği histerik aptallıktan çıkardı, belki bu sefer akl-ı selim galip gelir ve yuvarlanmakta olduğumuz çukuru fark ederdik, belki bu sefer demokrasiyi gerektiğinde inilecek “tramvay durağı” olarak gören, demokrasiyi sadece oy kullanmaya indirgeyen, oy kullanmayı akbil basmakla eş tutanlar adalet çizgisine gelir, belki…

Biz Cumhuriyet tarihinin askeri darbeler tarihi olduğunu, her on yılda bir tekrarlanan süreçlerle öğrendik. Ancak Cumhuriyet tarihi son yıllarda sayfalarını ne yazık ki “sivil darbelere” de araladı.  İlginç olan, sivil darbelere kapıyı aralayanların askeri darbelerden en çokta kendilerinin mağdur olduklarını söyleyenler arasından çıkmasıdır. İlk sivil darbe örneğini daha sonra askeri bir kalkışma fiyaskosu yaşayan Fetönün, Akp-Feto ortaklığı ile yaşadık.  Akp’nin güzergâhı üzerindeki dikenleri temizlemek maksadı taşıyan bu ortaklık, az buçuk yerleşmiş devlet geleneğini yerle bir etmesinin yanı sıra Ergenekon, Balyoz, Oda Tv, Cumhuriyet davası gibi kumpaslarla tam bir kıyıma dönüştürülmüştü. Hem içerde hem de dışarıda bir “kullan-at” projesi olarak kurgulanan Fetönün, içeride “kullanışlı enstrüman”  olma vasfını kaybetmesi ve saha dışına atılması üzerine tertiplediği “tarihin en komik darbe piyesi” sonrasında bizzat Akp eli ile sahnelenen “Fetullahçı darbe ile mücadele piyesi”; oyun metni, sahne, sahne amiri, dekor ve kostüm, ışıkçı, suflör bileşenlerinin ustaca bir araya getirildiği kusursuz bir sivil darbe örneğinin ikincisidir. Üçüncüsü, 7 Haziran sonuçlarının reddi ve sonrasında seçim ile devam eden süreç ve nihayetinde sonuncusu da İstanbul seçimlerinin “iftar öncesi”  YSK operasyonuyla iptal edilmesi ile gerçekleşen sivil darbe sürecidir.

Ysk’nın seçimi iptal gerekçesi “sandık görevlilerinin kamu çalışanı olmaması”. Sandık görevlileri listesinin kaymakamlıklar tarafından hazırlanmasını, Ysk’nın inceleyip onaylamasını, bu listenin seçime girecek partilere sunulup itirazlar için bir süre tahsis edilmesini,  Akp’nin sandık görevli listesine karşı seçim öncesi bir itirazının olmamasını geçelim, unutalım. Seçimi Akp adayı kazansaydı, diğer partiler aynı gerekçe ile seçime yönelik itiraz başvurusu yapsalardı, Ysk bu itirazların doğuracağı tartışmalara mahal vermeden, itirazı biran önce değerlendirip iktidarı rahatlatma cihetine gitmez miydi?

Hem Ysk hem de Akp, seçim öncesi sandık görevlilerinin tamamının kamu çalışanı olmadığını elbette biliyordu. Ancak Akp tarafından seçimin kazanılması halinde dillendirilmeyecek olan bu durum, seçimin kaybedilmesi durumunda devreye sokulacak yedekte tutulan bir “B” planı olarak, Ysk ile üzerinde çalışılmış, bir dönemler ortaklık yaptığı Fetönün izlerini açık ve net olarak taşıyan ustaca kurgulanmış bir tezgâhtır. Bu öylesine hukuksuz öylesine pervasız bir tezgâhtır ki aynı sandık kurullarının görevli olduğu ve çoğunluğunu Akp’nin kazandığı ilçe belediyelerinde görmezden gelinmiştir.

Umarım, bütün bu hukuksuzluğa rağmen, seçimleri boykot düşüncesi, sine-i millet çağrısı düşüncesizce ifade edilmiş bir duygusal tepkinin tezahüründen ibarettir. Unutmayalım ki biz ne Danimarka’yız, ne Norveç’iz ne de İsveç. Seçim boykotu ve sine-i millete dönmekle iktidar açısından bir meşruiyet tartışmasının alevleneceğini, meşruiyetinin düşeceğini zannetmek, kelimenin tam manası ile Akp iktidarının rüyasının, mana dünyasından madde dünyasına taşınması ile sonuçlanır. Bizim gibi demokrasinin lafzi anlamının bile yeterince içselleşmediği ülkelerde sine-i millet çağrısı, mevzinin faşizme terk edilmesi manası taşır.

Nedense her seçim öncesi Hdp’nin Akp ile işbirliği yapacağına dair ırkçı bir takım saiklerle yakıştırmalar yapılır. Sekiz yıl aradan sonra Öcalan’ın avukatları ile görüştürülmesi, mesajının iletilmesine imkân verilmesi bu yakıştırmaların İstanbul seçimlerinin tekrarına karar verilmesinin ardından tekrar sahne alması, ne yazık ki her geçmiş seçimde iddiaların tam aksinin yaşanmasına rağmen oldukça düşündürücü. Akp, Demirtaş’ın serbest bırakılması ve Abdullah Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması gibi konularda pazarlık yaparak, 23 Haziranda HDP oylarının kendisine döneceğinin hesabını yapıyor olması muhtemeldir. Ancak, Demirtaş’ın, Başkanlık seçimleri öncesinde “seni Başkan yaptırmayacağız”  sözü ve 31 Mart seçimleri öncesinde  “bağrınıza taş basın ama mutlaka sandığa gidin” cümlesi ile ifade ettiği ilkesel tutum göz önüne alındığında bu yakıştırmaların haksız ve çirkin olduğu açıktır. Nitekim Demirtaş’ın tutumu konjonktüre göre değişiyor olsaydı bugün cezaevinde olmazdı.

AKP’nin haksız hukuksuzda olsa İstanbul’u elinde tutma ısrarı, kendi elleri ile kendilerine rakip bir liderin ortaya çıkması ile sonuçlanmış gibi görünüyor. Hayatta bazen niyetlerin nihai maksatlarla çeliştiği görülür. Akp’nin bugün yaşadığı tam da budur.

Demokrasiye, hak ve hukuka, adalete, ekmeğe, alın terine, kardeşliğe, barışa inananları ne yazık ki her zaman çetin bir sınav beklemektedir. Hele bizim gibi devasa bir imparatorluktan kalan bir bakiyeye sıkışmış, kültürel kodlarını tamamen imparatorluktan nakletmiş, demokrasi kültürünün henüz kök salmadığı ülkelerde ne yazık ki bu bedeller çok daha ağır olabiliyor. Ancak her sancılı sürecin, ödenen her bedelin daha yaşanılabilir bir ülkenin doğumunu muştuladığını aklımızdan çıkarmamamız gerekli. Umut, umudumuz bitebilir ama geleceğe olan inancımızın, inadımızın kırılmaması her şeyden önemlidir. Yenilgi, bu yolda yola çıkmış olanlara rehberlik eden, bulutların arasında kâh görünüp kâh kaybolan kutup yıldızı gibidir. Zaten bizim tarihimiz yenilgilerimizin tarihi değil mi?  Şeyh Bedrettin’den Pir Sultan Abdal’a, Mustafa Suphilerden Sabahattin Ali’ye, Mahir’e, Deniz’e, Yusuf’a, Hüseyin’e, Ulaş’a, Ali İsmail’e, Berkin’e kadar hep yenile yenile, bir bir, tane tane çoğalmadık mı?