Cumhuriyetin ilk yıllarında Lazlar – Kamil Aksoylu

0
1716

Kamil Aksoylu

Lazlar hakkında bugüne kadar yazılan yazıların çoğunda Lazlar kimdir ya da kim değildir sorusuna yanıt aranmıştır. Demek ki öyle bir bilinmezlik vardı ki bu alanda yazı yazanlar ve benim gibi yazmaya çalışanlar da böyle bir soruya odaklandık. Bir ülke içinde ya da bir toplumda farklı bir sosyal grubu belirlemek için BM’nin dünyada belirlediği  kriterlere göre Lazların Türkiye’de farklı bir kimlik olduğu çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir topluma anlatılıyor. Ancak günümüzde hâlâ Karadenizlilerin Laz olduğu algısının ya da Lazca denildiğinde “cideyurum celeyurum” anlayışının tamamen ortadan kalktığını söyleyemeyiz. Zaten bizim amacımız da Karadenizlileri Lazlaştırma yönünde yeni bir tartışma oluşturmak değil.  Amacımız Karadeniz bölgesinde değişik dil, kültür ve uygarlıkların yaşadığı farkındalığı yok etmenin yanlışlığına dikkat çekmektir. Bir halk kendi özgün kimliği ve özellikleriyle tanınmıyorsa şüphesiz bazı yalan yanlış yakıştırmalar bu özelliklerin yerini alacaktır. Ama daha da kötü olan ise Karadeniz’de yaşayan diğer etnik unsurları yok sayıp tüm Karadeniz’i tektipleştirmektir. Bu aynı zamanda Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin tek prototip uygulamasıdır. Çünkü kimi sosyal bilimcilere göre 42 etnik grubun yaşadığı Türkiye’nin başka bölgelerinde benim bilebildiğim kadarıyla böyle bir uygulama ya da algı yönetimi yok.

Lazların yakın geçmişine baktığımızda henüz birkaç yüzyıl önce Müslüman olduklarını görüyoruz. Daha gerilere doğru yapılan araştırmalardaysa Lazların MS 6. Yüzyıla kadar Paganist olduğu  bilgilerine yer verilmekte. 6. yüzyıldan sonra Hristiyanlığa geçen Lazlar, 1462 yılında Osmanlıların bölgeyi ele geçirmesiyle Müslümanlıkla tanışıp yaklaşık 200-300 yıllık bir süreçte adım adım Müslümanlaşmışlar. Lazların Müslüman olmaları Osmanlı tebaasına bağlılıklarını güçlendirirken kendi değerlerinden koparıp uzaklaştırmış. Bu bağlamda Lazların zorla Müslümanlaştırıldıklarına dair iddialar varsa da Osmanlı’nın din konusundaki genel tutumuyla bağdaşmadığını ve Lazistan’ın yazılmamış olan tarihini tarihçilerin değerlendirmelerine bırakmak gerektiğine inanıyorum.. Ancak kısmi zorlamaların olduğu ve Müslüman olmayan Lazlara ağır ekonomik yaptırımlar uygulandığına dair emareler de yok değil. Sözünü ettiğimiz zaman dilimi henüz dün denebilecek kadar yakın bir geçmiştir ve bazı emarelerin izleri de henüz tam olarak silinmemiştir. Şöyle ki batıdan doğuya doğru gidildikçe Müslümanlaştırmanın bir hayli geç zamanlara kadar sürdüğü ve özellikle Arhavi civarında uzun direnmeler yaşanıp 1800’lü yılların ortalarını da aşarak sonlarına kadar sarktığı kimi yöre halkı tarafından bugün bile doğrulanmaktadır. Hatta Arhavi’de en son Müslüman olan birkaç aile ya da akraba grubu günümüzde bile Yeni Müslüman olarak anılmaktadırlar. Sonuç olarak zorlama, cebir ve şiddet iddialarına katılmasak da, yumuşak bir geçişle el bebe gül bebe Müslüman olmadıklarına dair emarelerin varlığını da belirtmek istiyoruz. Yoksa cebir ve şiddet üzerine bir tartışma oluşturmak anlayışında değiliz elbette. Amacımız dini değişen toplumlarda yaşanabilecek muhtemel olumsuzlukların yanında  kaybedilen değerlere de dikkat çekmektir. Zira Lazlar inançlarını değiştirmekle sadece dinlerini kaybetmediler. Osmanlıya bağlanmakla aynı zamanda dünya karşısında o zamana kadar taşıdıkları krallığı ve kendi tebaalarını da ebediyete gömdüler.

Dolayısıyla Lazlar cumhuriyetin kapısından içeri girdiklerinde dinlerine ve uyrukluklarına çoktan El Fatiha çekmişlerdi ama dilleri ve etnik kimlikleriyle aidiyet özellikleri henüz canlıydı. Canlıydı ki cumhuriyete sancakla girdiler. Osmanlılar döneminde idari bir birim olup özerk statüsü olan Lazistan Sancağı, aynı statüde birinci ve ikinci mecliste de temsil edilmiştir.   

Cumhuriyetin ilk yıllarında oluşturulan uluslaştırma politikasıyla benimsenen tek dil tek millet anlayışı Türkiye’de Türkçe dışındaki dilleri yok saydı. Önce resmi kurumlarda, ardından çarşı Pazar gibi günlük hayat dinamizminden çıkarılan yerel diller sadece kapalı köy hayatı içinde kaldı. Değiştirilen ilçe, köy ve yer adlarıyla, ilkokulun eğitsel kollarında yer alan Lazca ile Mücadele kolu, Vatandaş Türkçe Konuş kampanyaları ve özellikle anne babalar tarafından çocuklarına uygulanan Lazca konuşturmama gibi caydırıcılık uygulamaları nispeten başarılı olduysa da Lazcayı kökten yok edemedi. Özellikle kapalı köy hayatı kadınları Lazcanın günümüze kadar taşınmasında en önemli faktör oldular. Bugün geldiğimiz noktadaysa neredeyse Türkçe konuşmayı beceremeyen (en azından rahat konuşamayan) çoğu köy kadınları bile günümüzde Lazca konuşmayı tercih etmiyorlar. Çocuklarıyla Lazca konuşmaz oldular. Yani Lazlar dillerini de kaybetmek üzereler. Önce topraklarını, sonra sembolik de olsa krallıklarını, ardından tebaalarını ve uyruklarını kaybeden Lazlar dillerini de kaybederlerse artık hiçbir aidiyet özellikleri kalmayacak ve gelecekte arşiv bilgileri dışında Laz halkından söz edilmeyecek. 

Sonuç olarak tarihte Lazika Krallığı olarak anılan Lazlar, 1462 yılında Osmanlıların bölgeyi ele geçirmesiyle Lazistan Sancağı olarak Osmanlı yönetiminde varlığını sürdürürler.  Cumhuriyetin ilanından sonra sancak ve özerklik statülerini kaybeden Lazlar, Doğu Karadeniz’de yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir halk olarak günümüze gelmekte ve günümüzde Türkiye Cumhuriyetine bağlı en sadık halk olarak anılmaktadır. Hatta Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün betonu çimentosu diye tabir edilmektedir.

Oysa bizler ne çimento, ne beton, ne toprak, ne taşız. Bizler insanız dünyanın diğer halkları gibi bir halkız. Dilimiz kültürümüz ve tüm farklılıklarımızla binlerce yıldır bu topraklarda varız. Yeri geldiğinde ülkemizi ve topraklarımızı ölümüne savunuruz ama ırkçı söylemlerin güçlendirici unsuru olamayız. Zaman zaman milliyetçi çıkışlar öne çıkıp ağır bassa da, Karadeniz toprakları aynı zamanda Tanzimat döneminden bu yana devrimci önderlerin yetişmesiyle de öne çıkmıştır.

2000’li Yılların Türkiye’sinde birlik ve beraberlik daha da çok önemli olup, etnik ve kültürel haklar cumhuriyetimizi ayakta tutabilmenin çimentosu olacaktır. Günümüzde dayatılmaya çalışılan alt kimlik-üst kimlik kavramlarını da bu yönde değerlendirmek gerekir. Bir toplumun kimliğinin alt ya da üst olması ancak ırkçı toplumlarda karşılık bulabilir. Yoksa zora dayalı yapılacak üst kimlik dayatması ancak üstümüzde zaman zaman açılmaya zorlanan bir kapak görevi yapmanın ötesine geçemeyecektir.