Hani Verdiğin Sözler?

0
1064

Deniz Topaloğlu

Artık takvim yapraklarından Mayıs ayının son günleri düşüyor. Malum Mayıs ayı Doğu Karadeniz’in tamamında olduğu gibi Hopa’da da “üç sezonun” ayaklanıp yürümeye başladığı günlerin habercisi; çay sezonu, deniz sezonu ve son olarak düğün sezonu. Başat olarak bölge insanının yaşamının yüklüce bir kısmını oluşturan çay sezonu, izin verdiği ölçüde diğerlerinin yürüyüp ayaklanmasının da temel belirleyeni. Çay sezonu ara verip soluklanmaya çekildiğinde bölge insanı kısmen denize ve düğün salonlarına doğru akıp bu üç sezonu layıkıyla yerine getirmenin telaşını yaşar.

Seçimlerin üzerinden neredeyse iki ay geçti. Bu süre çok kısa gibi görünse ve ilk ayını tebrik, teşekkür, uyum, anlama, alışma süreci ile tamamlasa da artık ikinci ayını çalışma ile geçirmek zorunda. Ancak ne yazık ki çalışmaya ilişkin emareler henüz ortalıkta kendini göstermiş değil.

Bu yazıyı okuyanların büyük bir çoğunluğunun “ne o arkadaş! Daha iki ay bile dolmadan, teleskopa gözünü dikmiş rasathane müdürü gibi eksik arayıp, eleştirmek için fırsat kolluyorsun” diyeceğinin farkındayım. Ancak seçim sathı mahallinde dilde fermanı eksik etmeyip, padişahın Cuma selamlığında dağıttığı cülûs gibi bol kepçeden proje erbaplığına soyunulunca, insan en azından kendisini olmasa bile emarelerini görmek istiyor.

Hatırladığım kadarı ile çay sezonu başlangıcında Gürcü işçilerle ilgili bir düzenlemeden bahsediliyordu. Bu düzenleme, sadece Gürcü işçilerin yevmiyelerinin belediye tarafından makul bir ölçü içerisinde tutulmasının, belirlenmesinin yanı sıra aynı zamanda sağlıksız koşullarda barınma, mahalle aralarında gelişigüzel, kontrolsüz ikamet gibi sorunlara da el atmayı öngörüyordu. Ancak neredeyse birinci çay sezonunun ortasına geldik ama bu yönde atılmış bir çalışmanın izlerine ne yazık ki şahit olamadık.

Yine seçim döneminde belediye imkânları ölçüsünde çay üreticisini, yaş çay tefecisinin kontrolsüz fiyat indirimlerinden korumak üzere çay işleme tesisi, üretici kooperatifleri kurulacağı gibi birtakım projelerden bahsedilmekteydi. Her ne kadar bu tür projelerin hayata geçirilmesi, ekonomik ve aynı zamanda teknik yönüyle ciddi bir fizibilite ve zaman gerektirse de en azından belediye başkan ve meclis üyelerinin çay alım yerlerinde “çay dirgenlerken biz” konulu fotoğraflar vermek yerine, “söylediklerimizi unutmadık” konulu beyanatlar vermeleri daha yerinde olurdu sanırım. 

Malum deniz sezonu da başlamak üzere. Her seçim öncesi polemiklere konu olmakla haklı bir üne sahip olmuş Kopmuş Plajından bahsedeceğim. Hopa halkının ve denize kıyısı olmayan komşu ilçelerinde yegane denizle buluşma noktası olan Kopmuş Plajı, ne yazık ki halen daha, bir “halk plajı” görünümünden uzak, Sarp sınır kapısına yakın Hopa’nın yegane “rant kapısı” durumunda. Mevzuatla, sözleşmelerle ve diğer kanuni meselelerle ilgili birtakım problemlerin bulunduğunun elbette farkındayım. Ancak belediyeciliğin de öncesinde bir vaat makamı sonrasında “aman elim kirlenmesin” makamı olmadığının da farkındayım. Eğer elinizi taşın altına koymayacaksanız, kanuni birtakım risklere göğüs geremeyecekseniz, kanundan korkup Hopa halkının hukukunu korumayacaksanız, kaynanasından hizmet bekleyen acar gelin gibi koltuğa kurulmayıp o koltuktan kalkıp Kazım amcanın iskemlesine oturacaksınız. Emin olun bunu bir an önce yapamazsanız sokağa çıktınızda hoşafın yağı sizin için çoktan kesilmiş olacaktır.

Gerçeklik payı nedir bilmem ama Kopmuş plajının hemen yanı başında belki de Kopmuş plajını halka kapatmakla sonuçlanacak birtakım otel projelerinden bahsedilmektedir. Yine buna ilişkin belediye tarafından verilmiş bir beyanata rastlamış değilim. Belediyenin bir “halkla ilişkiler” birimi var mıdır bilmiyorum ama var ise bu birimin ne işle iştigal ettiğini sormak herhalde abesle iştigal sayılmaz.

Diğer bir mesele de düğün sezonunun başlamak üzere aportta beklemesi. Ekonomik krizin bütün hanelere artık iyice sızdığı bir tablo ortada iken ve bu tabloya karşın “düğün salonları” mafyasının kestiği haraç düşünüldüğünde insan ister istemez seçim öncesi “belediye düğün salonu” vaadini hatırlıyor ve soruyor; hakikaten ne durumda bu “belediye düğün salonu” projesi.

Bir Aziz nesin öyküsü ile bitirelim.

Köylünün biri kasaba pazarına gitmek için traktörüne binmiş. Giderken bir de bakmış ki yoksul bir köylüsü pazara yayan gidiyor. Onu traktöre almış söyleşe söyleşe gidiyorlarmış. Eh yol uzun olduğundan eğlence olsun diye traktör sahibi yoksul köylüsüne “bak” demiş, “yol üstündeki fışkıyı gördün mü, işte onu yersen, sana bu traktörü veririm” demiş. Yoksul köylü traktörden inmiş fışkıyı avuçlayıp yemiş. Traktör sahibi sözünden dönememiş vermiş traktörü. Akşam olmuş traktörün yeni sahibi yoksul köylü traktöre binip köyüne doğru dönerken, yolda yayan köyüne dönen eski traktör sahibini görmüş. Traktöre alıp yola koyulmuşlar. Epey yol gitmişler traktörün sahibi yoksul köylü “bak” demiş, “yol üstündeki fışkıyı gördün mü, işte onu yersen, sana bu traktörü veririm.” Aklınca daha önce kendi yediği fışkının acısını çıkaracak. Öbürü inmiş avuç avuç fışkıyı yemiş. Traktördeki “ulan, insan olan insan hiç fışkı yer mi” demiş. Öbürü “hadi ben elimden çıkan traktöre yeniden sahip olmak için yedim, ya sen nasıl yedin o fışkıyı?”

İkisi de traktörde, yedikleri fışkının tadı ağızlarında, pis pis düşünüp köye dönerken yoksul köylü traktörün sahibine “Yahu, köyden çıkarken traktör senindi, benim traktörüm yoktu. Şimdi köye giriyoruz. Traktör yine senin, benim yine traktörüm yok. Peki öyleyse, biz o fışkıyı neden yedik?”