Hüviyet, hürriyet olur ama klişe istemez! | Cemil Aksu

0
927

Hüviyet, hürriyet olur ama klişe istemez!

Cemil Aksu

Deniz, hakkımda yazı yazmış; “Ne vereyim abime; hüviyet mi, hürriyet mi?” Benim ve Hikmet Akçiçek, Mahir Özkan, İbrahim Karaca, İsmail Akyıldız, Evrim Kepenek, Adnan Genç, Harun Aksu, Laz arkadaşlardan İrfan Çağatay, İsmail Bucaklişi, Birol Topaloğlu, Memed Ali Beşli… fazla da isim yokmuş, demek ki, Deniz’in dediği çok fazla kişi “kimlik hastalığı”na tutulmamış. Sevinebiliriz bolca…

Deniz’in yazısını üstüme alındım, çünkü, ben de epey zamandır, Hemşin kimliği, tarihi üzerine yazılar yazan, yazıları Ermenistan’da değişik sitelerde yayınlanan, Ermenistan’dan gelen araştırmacılara mihmandarlık yapan birkaç kişiden biriyim. Bu yüzden ara sıra bazı faşistler medyada “Ermeni ajanı” olduğumu yazıp çizerler, devleti göreve çağırırlar. Ama devlet iş başı yaptığı her durumda hakkımda “yasadışı örgüt üyesi” ya da “örgüt propagandası” yapmaktan işlem yaptı. 1996’da tutuklandığımda bir “komünist parti”nin üyesi olmakla suçlandım ve Ankara 2 no’lu DGM (gençler unutmuş olabilir, DGM, Devlet Güvenlik Mahkemeleri demek) 12,5 yıl hapislikle cezalandırdı ve 8 yıl hapis kaldım, 2004’ün sonunda tahliye oldum. 2011’de meşhur Hopa olaylarında yine gözaltına alındım. Polisin hazırladığı dosyada 200 küsur kişi içinde benim ve Deniz’in soyadını taşıyan biri daha hakkında “takipli kişi” notu düşülmüştü. O tarihe kadar yaptığım bütün faaliyetler, Biryaşam dergisinin çıkışı, Biryaşam Derneği olarak yürüttüğümüz film günleri, tiyatro, atölyeler vb. de gene o malum örgüt adına yürüttüğüm faaliyetler olarak listelenmişti. Bazılarına göre Birikim dergisine yazı yazdığım için “liboş”, Hemşinliler ve diğer kültürlerle ilgili yazılar yazdığım için “mikro milliyetçi” “Ermeni ajanı” olsam da devlet, beni ille de malum “komünist parti”nin üyeliğinden hiç azletmedi. En son 2017’de yine o malum “komünist parti”nin “örgüt propagandası”nı yaptığım gerekçesiyle, Nurcan Vayiç ve Efraim Vayiç ile birlikte tutuklandım ama bu sefer 1,5 ay kaldım. Biz tutuklandık ama durumdan haberi olmayan ve kendisini terk ettiğimizi düşünen babam kalp krizi geçirdi. Biz tahliye olduk ama babam girdiği yoğun bakımdan “ölü” olarak çıktı. Ve ben yine “aynı kafa” ile siyaset yapmaya devam ediyorum. Yani Deniz, şu konuda da yanılıyor: Ben ve “kimlik hastalığı”na tutulmuş diğer arkadaşlarımın hiç biri, “Sovyetlerin çöküşü sonrasında yaşanan “sosyalizmin krizinin” büyük oranda sol-sosyalist bir yapıya sahip Hemşinliler üzerinde birleştirici, kaynaştırıcı etkisinin de zayıflaması ile kendine yeni bir mecra arayışı ihtiyacı”nda olan insanlar değiliz. Biz hala “sosyalizm” mecrasındayız.

Neyse meseleyi daha fazla kişiselleştirmeyeceğim. Ben, Deniz’i kişisel olarak tanımasam bu yazıyı yazmazdım. Çünkü klişelerle yazı yazarak baş edilmez. Çünkü Deniz’in yazdıkları son derece klişe şeyler. Ama klişelerin popülerlik gücü vardır, herhangi bir araştırmaya dayanmadığı gibi çok hızlı yayılır, paylaşılır. Kulaktan dolmadır ve başka dolmalar gibi yenmez. Ortamlarda ileri geri konuşabilirsin kulaktan dolma klişelerle… Fakat “pilavdan dönenin de kaşığı kırılsın.”

Deniz, kimlik hakkında bir yazı yazmadan önce, acaba bu konuda kaç kitap okudu, literatür taraması yaptı mı, kimliğin felsefe, siyaset, antropoloji gibi bilim disiplinlerinde nasıl tartışıldığını, farklı yaklaşımlar vb. merak edip baktı mı acaba? Hiç değilse Gor dergilerini şöyle bir karıştırsaydı. Deniz, bunları yapmadığı için “kimlik”i bir AIDS gibi “hastalık” olarak tanımlıyor. Lafı hiç bükmeden söyleyeyim, bu klişe faşist ideolojinin bir argümanıdır. Ve bu ideolojiye Siyahi olmak bir “hastalık”tır, yerli olmak, Kızılderili olmak bir “hastalık”tır. Kadınlık da bir “hastalık”tır. Kürt olmak, LGBTİ olmak vb. kısacası, egemen normlara uymayan herkes hastadır, delidir, içine cin girmiştir. Ve Deniz de bilir, bu faşist zihniyete göre, sosyalistlik de bir “hastalık”tır.  Bu yüzden cezaevlerinin diğer adı “ıslahevleri”dir. Dolayısıyla bu ve benzeri “hastalıklara” yakalananlar derhal “ıslah edilmeli”dir, gerekirse öldürülmelidirler. Yoksa “toplum” bozulur. Bunu Deniz çok iyi bilir. Deniz elbette “faşist” değildir ama klişe en başta onu ağzına alana zarar verir.

Deniz, Hemşinlilerin Ermeni olduklarını iddia eden “çalışmaların büyük bir çoğunluğu, yanlı, tahrif edilmiş, zorlamalar ile doludur” diyor ve ekliyor,  “her iki tarafta da Kirzioğlu zihniyetinin izlerini bolca taşır.” Bir kez daha söylemek zorundayım ki, Deniz, bizim yazılarımızın hiçbirini okumamıştır, ezbere konuşuyor. Fahrettin Kirzioğlu’nun kitaplarını okumuş mu, ondan da emin değilim. Ama direkt bize faşist Kirzioğlu ile aynı zihniyeti paylaştığımızı söylemiş oluyor. Deniz, “birtakım akademik görünümlü ve aynı zamanda hem Ermenistan hem de Türkiye mahreçli çalışmalar” derken hangilerini kastediyor, neden yazar ve “akademik görünümlü” makalelerin adını, yayınlandığı yeri zikretmiyor? Mesela benim, Hikmet Akçiçek’in, Mahir Özkan’ın ya da Gor’da çıkan yazıların hangisini kastediyor? Ya Ermenistan’dan Hemşinlilerle ilgili makaleler yazan Lusine Sahakyan’ın hangi çalışmasında nasıl “Kirzioğlu” ile aynı zihniyet var? Bir internet sayfasında yazarken bile iddialarınıza bir iki kaynak, delil göstermek gerekir. Ama zahmet edip bunu bile yapmamak, işte klişenin çalışmanın yöntemi de bu. Ne de olsa kimseyi inandırmak zorunda değilsiniz, zaten herkesin “bildiği” şeylerdir bunlar. Ama benim yazdığım bir yazı hakkında “akademik görünümlü” diyecek birinin en azından dürüstlük namına bunları yapması lazım.

Deniz, “bir kısım şahısların zımni bir Ermeni ulus devleti ve diaspora desteği ile icra etmeye çalıştıkları girişimlerin iyi niyetten uzak kendi devranlarını yürütmeye dönük olduğunu” söylüyor. Ben de soruyorum Deniz’e, kim bu “bir kısım şahıs?”; ben miyim, mesela ilk Hemşince kısa film olan Momi’yi çeken Özcan Alper mi, yoksa Vova albümünü çıkaran Hikmet Akçiçek mi, yoksa ilk kez Hemşince ezgilere albümünde yer veren Kazım Koyuncu mu? HADİG Derneği mi? Aslan Cancı da ara sıra Ermenistan’a gidip geliyor, beyanlar veriyor, yoksa o mu?

Deniz, klişelerin assolistini, assolistlere yakışır bir şekilde, sahneye en son çıkarıyor: “İster Türk ister Ermeni isterse başka biri olsun, bütün ulus devletlerin bir cinayet ve sömürü şebekesi olduğunu, geniş halk yığınlarının emeğinin, alın terinin, kanının, canının azgın bir azınlığın hizmetine amade edilmesinin sağlanması için bina edildiğini; kimlik siyasetinin, milliyetçiliğin, vatanperverliğin bu devranın devamına yönelik araçlar olduğunu akıldan çıkarmamak gerekli. Size ulus devletler tarafından verilen ya da verilecek olan tek bir kimlik vardır; o da ezilen, hor görülen, açlık sınırına mahkûm edilen, kabarık faturalara boğulan, sömürülen sınıf kimliğidir.” Kimlik siyaseti, milliyetçilik (Deniz unutmuş, aslında “mikro milliyetçilik” demeliydi) ve vatanseverlik gibi kavramları eşleştirmek, kimliği sadece ulus kimliği olarak daraltmak, sonra da hiç eli titremeden “sınıf kimliği”nden bahsetmek! Oh ne ala… Bu assolist klişe, Deniz’in konuya ne kadar uzak, alakasız olduğunu gösteriyor. Çal mehteri ver gazı cibilliyetinde sınıftan bahsetmek de ne oluyor! Yani bu kadarı tahammül fersah bir düzey… Deniz’in sınıf siyasetiyle de alakasının olmadığını biliyorum, yani öyle işçici biri değildir. Ama işte herkesin içine bazen bir işçicilik kaçar böyle. Klişe. Fakat Deniz, tek ve gerçek kimlik “sömürülen sınıf kimliği”dir diyor ya, toplumda ezilen, sömürülen, hor görülen, baskı altına alınan, adaletsizliğe uğrayan başka hiçbir grup, topluluk vb. yok mu? Onların hakları, talepleri Deniz’in kast ettiği “sınıf”ı hiç ilgilendirmiyor mu? Ama hadi dediğini yapalım, sınıf kimliğimizi giyelim. E ne olacak, Alevilerin hakları, kadın hakları mücadelesi, LGBTİ bireylerin cinsel özgürlük mücadelesi, Kürt sorununu ne yapacağız, Lazların, Hemşinlilerin, Çerkez halklarının dil ve kültür sorunlarını, UNESCO’nun yok olmakta olan diller listesi “emperyalizmin bir oyunu” mu yoksa, anadilinde eğitim talebi ne olacak, hem “kimlik hastalığı”na yakalan biz değiliz ki sadece, Kızılderililerin ve Latin Amerika’daki, Avustralya’daki yerlilerin “kimlik hastalığı”nı nasıl tedavi edeceğiz, İrlandalıların, Katalanların, Basklıların bağımsızlık mücadelesini ne tarafa koyacağız?

Klişe yazmanın güzelliği, yazması kolaydır, okuması kolaydır, etliye sütlüye dokunmazsın, helal diyeni çoktur. Ben de ara sıra çerez niyetine okur geçerim. Bu sefer, Deniz yazdığı için, cevap yazma gereği duydum. Ama bu klişelerin birçok solcu tarafından da paylaşıldığı için boşa mesai yapmış da sayılmam sanırım. Başta da dedim, klişelerle baş edilmez, ama İbrahim’e su taşıyan kuş misali, “olsun, safımız belli olsun.”