Ne vereyim abime; hüviyet mi, hürriyet mi? | Deniz Topaloğlu

0
813

Her çağın kendisi ile anılan, büyük yıkımlara yol açmış, medeniyetleri yok oluşun eşiğine sürüklemiş hastalıkları vardır. Veba gibi, cüzzam gibi, kolera gibi, çiçek, sıtma ve benzerleri gibi. Her ne kadar içinde yaşadığımız çağ kanser, AİDS, ebola ve her seferinde form değiştiren virütik hastalıklarla anılsa da çağımızın asıl salgını “kimlikler” üzerinden hızla enfekte olan “kimlikçilik” hastalığı ne yazık ki.

Deniz Topaloğlu

Bu öyle bir hastalık ki bir yandan “ulus devlet” denen cinayet şebekelerinin omurgasını oluştururken bir yandan da onların korkulu rüyası haline gelebilmekte. Her ulus devlete “yerli ve milli” bir sömürü imkânı sunan bu hastalık, kendi içindeki “ötekinin” de “yerli ve milli” sömürü rüyası görmesine imkân verir ki bu kanserli hücrenin metastaz yaparak hayat bulduğu bünyeyi kendisi ile birlikte yok etme noktasına getirebilmektedir.

Son zamanlarda artan bir oranda Hemşinlilerin “kimliği” tartışılmakta. Görece varlıklı, ihale kovalayan, iştigal alanı sebebi ile devlet mekanizması ile temas halinde olan ya da ulus devlet denilen şebeke içerisinde kısmi kabul görmüş iş insanı-mafya melezi küçük gruplar ile 19. yüzyıl Osmanlı – Rus savaşları neticesinde yoğunluklu olarak Adapazarı bölgesine yerleşen ve önceleri bir varlık meselesi olarak yerleşik milliyetçi-muhafazakâr statükonun parçası olmak zorunda kalmış, sonrasında ise bu statükoyu içselleştirmiş Hemşinliler ile gemisini Türk milliyetçiliğinin güvenli limanına bağlamış bu sayede kısmen de olsa devlet bürokrasisi içerisinde yer bulmuş bir kısım Doğu Karadeniz (Hopa, Kemalpaşa, Borçka gibi) Hemşinlileri açısından “Türklük” tartışılmaz bir gerçektir.

Diğer yanda, özellikle 80’li yılların sonrasında inanılmaz bir hızla artan Hemşinli şehirlileşmesi beraberinde Hemşinlilik ve ona dair aidiyetlerde yoğun bir çözülme ve beraberinde yaşanan ciddi erozyona bir tepki olarak gelişen, önceleri daha çok bireysel ve bölük pörçük birtakım kültürel çabalarla başlayan, ancak arzu edilen karşılığı bulamayan bu yönelişe, Sovyetlerin çöküşü sonrasında yaşanan “sosyalizmin krizinin” büyük oranda sol-sosyalist bir yapıya sahip Hemşinliler üzerinde birleştirici, kaynaştırıcı etkisinin de zayıflaması ile kendine yeni bir mecra arayışı ihtiyacı, ne yazık ki başka bir kimlikçi kapıyı sonuna kadar aralamıştır.

Yağmurdan sakınmaya çalışırken doluya yakalanmak şeklinde özetlenebilecek bu trajedinin asıl trajik yanı bu yönelimin kimlik siyasetine her zaman mesafeli durmuş “muhalif, sol-sosyalist” çevreler eliyle yürütülmeye çalışılıyor olmasıdır. Eninde sonunda “Ermeniliğe” çıkan bu yaklaşımın, en az Hemşinlilerin “Türklüğü” kadar sorunlu olduğu, her iki yaklaşımın da yani gerek “Türklüğün” gerekse “Ermeniliğin” birtakım tespitler yapılarak varılmış bir nokta olmasından daha çok, tespitler yapılırken yola çıkılan bir nokta yani ön kabuller olduğu görülmektedir.

Hemşinlilerin bir “kimlik” problemleri var mıdır? Bence yoktur. Peki, Hemşinliler bir “kimlik bunalımı”, “kimlik krizi” yaşamaktadırlar mı? Ben Hemşinlilerin hiçbir zaman “Türklük” ya da “Ermenilik” ikilemi arasında gel-git yaşadığına, böylesi bir problemleri olduğuna şahit olmadım yarın olacağımı da düşünmüyorum.

Peki, biz Türk müyüz? Hayır. Ermeni miyiz? Hayır. Laz mıyız, Gürcü müyüz ya da başka bir şey miyiz? Elbette ki hayır. Peki, biz kimiz? Biz bütün bu milletlerin, kültürlerin hâsılı yaşadığımız ve komşu olduğumuz coğrafyanın kusursuz bir toplamıyız. Biz öyle bir toplamız ki her kim tarafından her ne niyetle yapılıyor olursa olsun, toplamı elemanlarına ayırmaya çalışan her çabaya negatif bir sonuç vererek cevap verecektir. O yüzden bizzat Hemşinliler tarafından Hemşinlileri “Türklük”-“Ermenilik” sarmalında boğmaya çalışmak Hemşinlilere yapılabilecek en büyük haksızlıktır.

Hemşinliliğe dair aidiyetlerin önemlice bir kısmını göz ardı edip “Türklük” ve “Ermenilik” gibi aidiyetlere indirgemeye çalışmanın niyetinden şüphe duymak elbette yerinde bir tavırdır. Hele başlangıçta halisane niyetlerle çıkılmış bu yolda, ulus devletlerin ayak izlerini görmek şüphenin ötesinde bir teyakkuzu fazlası ile hak etmektedir.

Yurttaşı olduğumuz bu ülkenin ta en başından, İttihat ve Terakkiden bu yana Türkleştirme politikaları izlediğini, bu anlamda yerleşim birimlerinin adlarını değiştirmeden, asimilasyona dönük iskân politikasına oradan baskı, şiddet ve benzeri girişimlere defaatle başvurduğunu biliyoruz. Bugün birtakım mahlaslar ardına gizlenip sosyal medyadan “Türklük” dayatması yapanların, küfür ve edepsizliğe varacak kadar alçalanların kimin ve kimlerin tetikçiliğini yaptıklarını söylemeye gerek yok. Bu tetikçilerin önemlice bir kısmının nakliye işleri dolayısı ile Ermenistan’a gittiklerinde “Ermenilik” konusunda şampiyonluğu kimseye kaptırmamak noktasındaki ikiyüzlülüklerini de bilmeyen yoktur.

Bu cenahın “Türklük” iddialarının kaynağının Fahrettin Kirzioğlu olduğunu biliyoruz. Kirzioğlu hakkında burada uzun açıklamalar yapma niyetinde değilim. Yalnız, Kirzioğlu’nun Kürtlerin Türklüğü adlı kitabında o efsane sertleşmiş kar üzerinde yürürken çıkan “kart-kurt” sesinden Kürtlerin kökenini dağ Türklerine bağlayan tezini; Lazların Türkler gibi yuvarlak başlı ve yakışıklı, güzel yüzlü olduğundan hareketle Türk olduklarını ve hatta Gürcü milliyetçilerin Lazların ve Megrellerin Gürcü olduklarına ilişkin tezlerine karşı, Gürcülerin de Turanı bir kavim dolayısıyla Türk olduğunu iddia ettiğini hatırlatmakla yetineceğim. Kirzioğlu ve ardılları Hemşincenin neredeyse tamamının Ermenice ile örtüşmesini tarihin bir durağında Hemşinlilerin ve Ermenilerin temasına ve komşuluğuna bağlıyorlar. Ancak bu komşuluktan Lazların, Gürcülerin ve diğer halkların dillerinin neden bu çapta bir etkileşime maruz kalmadıklarını açıklayamıyorlar.

Hemşinlilerin “Ermeni” olduklarını iddia edenlerin nerdeyse tamamının tek dayanağı Hemşince ve Ermenicenin büyük oranda örtüşmesine dayanıyor. Elbette burada dilin önemini küçümsemek gibi bir niyetim yok. Ancak dile ilişkin örtüşmenin dışında Hemşinli kültürünün, örfünün, gelenek ve göreneğinin komşu halkların izlerini taşımakla birlikte büyük oranda kendine has bir yapısı olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısı ile dilin dışında bir aynılığa, benzerliğe ilişkin veriler neredeyse yok gibidir. Aynı durum tarihsel kayıtlar içinde geçerlidir. Elbette buna yönelik bir takım akademik görünümlü ve aynı zamanda hem Ermenistan hem de Türkiye mahreçli çalışmalar söz konusudur. Ancak bana göre bu çalışmaların büyük bir çoğunluğu, yanlı, tahrif edilmiş, zorlamalar ile doludur ki ve her iki tarafta da Kirzioğlu zihniyetinin izlerini bolca görebiliriz.

Gerçi, Hemşincenin artık neredeyse konuşulmaz olduğu, bu gidişle belki bir nesil sonra tamamen unutulacağı düşünüldüğünde meselenin Türklük-Ermenilik boyutunun tamamen anlamsızlaşacağı; köyünden, toprağından kopup şehirlileşmiş Hemşinlinin kültürü ile olan bağlarını kopardığı bir realitede bir dönem sonra Hemşinliliğin folklorik bir çağrışımın ötesine geçmeyeceği görülecektir. Hal böyleyken bir kısım şahısların zımni bir Ermeni ulus devleti ve diaspora desteği ile icra etmeye çalıştıkları girişimlerin iyi niyetten uzak kendi devranlarını yürütmeye dönük olduğunu, devletlerin ise adına ister soykırım ister tehcir deyin geçmişte yaşanmış olan birtakım hadiselere dönük mahsuplaşma derdinde oldukları gerçeğini kaçırmamak gerekli.

İster Türk ister Ermeni isterse başka biri olsun, bütün ulus devletlerin bir cinayet ve sömürü şebekesi olduğunu, geniş halk yığınlarının emeğinin, alın terinin, kanının, canının azgın bir azınlığın hizmetine amade edilmesinin sağlanması için bina edildiğini; kimlik siyasetinin, milliyetçiliğin, vatanperverliğin bu devranın devamına yönelik araçlar olduğunu akıldan çıkarmamak gerekli. Size ulus devletler tarafından verilen ya da verilecek olan tek bir kimlik vardır; o da ezilen, hor görülen, açlık sınırına mahkûm edilen, kabarık faturalara boğulan, sömürülen sınıf kimliğidir.

Size sınıf hüviyeti dışında verilecek her hüviyetin, hürriyetinizi ipotek altına almak için verildiğini unutmak yapılabilecek en büyük hatadır.