Karadeniz’de Enerji ve Turizm – Cemil Aksu

0
607

Cemil Aksu

Karadeniz, Çernobil ve Sahilyolu felaketlerinden sonra 2000’li yıllardan beri doğanın ve kültürün piyasalaştırılması saldırısı altında. Devletin Karadeniz için hazırladığı ‘kalkınma planı’ bölgenin ‘enerji ve turizm cenneti’ yapmayı öngörüyor. Karadeniz’in Türkiye’nin yeni Akdeniz’i olacağı açıklamaları en çok konuşulan konulardan biri… Köylülüğün yıkıma uğraması, çay tarımının artık geçim kapısı olmaktan çıkması ile artan işsizlik ve göç karşısında devletin çözüm politikası doğayı ve kültürü paraya çevirmek! Etkileri açısından, Karadeniz’in ‘enerji ve turizm cenneti’ yapılmasını öngören kalkınma planı, sermayenin Karadeniz’e en kapsamlı saldırısı olarak değerlendirilebilir.
90’lı yıllardan itibaren önce deli Çoruh’u durgun Çoruh’a döndürecek olan baraj çalışmaları başladı. 2000’li yılların başlarında çıkarılan yeni yasalarla tüm dereler baraj ve nehir tipi HES (Hidroelektrik santrali) projelerine açıldı. Tüm derelerin ve havzaların kullanım hakkının 49 yıllığına satışa çıkaran yasalar ile yüzlerce irili ufaklı şirket mal bulmuş mağribi gibi Karadeniz’in tepesine üşüştü.
“Enerji ihtiyacı”, istihdam, istimlâk bedelleri ve benzeri derken halk neyle karşı karşıya olduğunu anlayana kadar, şirketler Karadeniz’in birçok vadisini tarumar etti. Saldırı o kadar yoğundu ki, muhalefet derlenene kadar birçok yer ‘elden çıkmıştı’. DSİ’nin Mart 2010 itibariyle yayınladığı bilgilere göre Türkiye’de 172’si yapımı tamamlanmış, 148’i inşa halinde olmak üzere 1738 HES projesi bulunuyor. Fakat hedeflenen rakamın bunla sınırlı olmadığını tahmin etmek zor değil. Burada dikkat etmemiz gereken bir durum var: Sularımızın, vadilerimizin özelleştirilmesinin tek yolu baraj ve nehir tipi HES’ler değil. Orman ve Çevre Bakanlığı Haziran’dan beri bir de BİN GÜNDE BİN GÖLET projesini sürdürüyor. Mesela HES yapılamayan ya da yaptırılmayan yerlerde DSİ “tamam HES’lerden vazgeçtik, köylerde içme suyu probleminiz var ve onu çözeceğiz size göletler yapacağız” diyor. Aslında sulara konmanın bir diğer yolu bu; ihalelerle şirketlere veriliyor sular.Diğer taraftan bir de köylülerin de ağzına bir parmak bal süren 2B yasaları var: Bu yasaları bekleyenler orman içinde kalmış bir avuç toprağını kadastroya kaptıran köylüler değil. Uzun zamandır, bölgemizde tarım, turizm ve maden sahası arayan yerli ve yabancı birçok şirket de bu yasaları bekliyor ellerini ovuşturarak. Çünkü bu yasalarla birlikte bozuk orman statüsüne girecek binlerce hektarlık orman, mera alanı özelleştirilecek.
Kısacası sularımızı ve vadilerimizi, yaşam alanlarımızı elimizden almak için HES olması şart değil; toprak ve suyun özelleştirmesi paralel gidiyor.
Bütün kıyılarımızı yok eden Sahil Yolu felaketiyle karşılaştırıldığında, İktidarın Karadeniz’i “enerji ve turizm cenneti” yapma saldırısına karşı gelişen çevre hareketinin geçen bu onyıllık süreçte bir taraftan önemli kazanımlar elde ettiğini görerek umutlanmaktayız ama diğer taraftan birçok alandaki eksikliklerimize bakınca da bizi daha zorlu ve kapsamlı mücadelelerin beklediğini görmekteyiz. Birkaç kişiyle Çamlıhemşin’de başlayan mücadele bugün yüzlerle, binlerle onlarca vadide sürüyor. Onlarca vadide doğa katliamı önlendi, sadece HES’lere karşı mücadelede değil, Artvin’de madencilere karşı verilen mücadelede takdire şayan bir başarı elde edildi.
Karadeniz’de on yılı aşkın bir süreden beri devam ede gelen bu mücadele içinde herkes çok şey gördü, yaşadı ve öğrendi. Bugün en başta yapmamız gereken şey, bütün bu öğrendiklerimizi masaya yatırmak olmalıdır. Düşmanımız kim? Suyumuza, toprağımıza göz dikenler kim? Amaçları ne? Ve dostumuz kimler? Çünkü her gün yeni insanlar, yeni vadiler mücadeleye katılıyor. Doğanın mücadelesi ile mücadelenin doğasını daha iyi kavramalıyız.

Doğanın piyasalaştırılması: Toprağın ve suyun özelleştirilmesi
Derelerimize, yaşamımıza saldırıyorlar: Türkiye’de su piyasada alınır-satılır bir mala dönüştürülüyor; dereler şirketlere satılıyor, su hizmetleri özelleştiriliyor. Akarsular ve yeraltı suları, su kullanım hakkı sözleşmeleri ile şirketlere devrediliyor. Akarsularla birlikte, o akarsuları besleyen ormanlar ve tarım alanları da şirketlere satılıyor.
Şimdiye kadar herkes kendi vadisinde deresinin satılmasına, borularla, kanallarla başka yere nakledilmesine, doğanın tahrip edilmesine can havliyle karşı durmaya çalıştı. Mücadele içinde yeni kavramlarla, sözcüklerle ve sorularla karşılaştık. Can suyu, havza planlaması, suyun ve doğanın metalaştırılması, enerji ihtiyacı, küresel ısınma ve iklim krizi, küreselleşme, çokuluslu tekeller ve daha birçok şey… Derelerimize, vadilerimize, doğamıza sahip çıkmaya çalışırken, bazıları bizi küçümsedi; size mi kalmış bunlar dedi; bazıları bizi payladı; ülkenin geri kalmasını ve dışa bağımlı olmasını istiyorsunuz dedi; kimileri bize akıl verdi, bütün HES’lere karşı çıkmak mantıksız, sonuçta herkesin elektiriğe ihtiyacı var dedi; kimileri de tehdit etti, çevreci tipler dedi.
HES’lere karşı açılan ilk davalarda, genellikle, derelere bırakılan ‘can suyu’nun yetersizliği ve ‘havza ölçeğinde planlama yapılmaması’na vurgu yapıldı. Özellikle bir derenin üzerinde onlarca HES yapılmasının önünü alan mahkeme kararları bu iki gerekçeye dayandırıldı. Doğanın bir parçası ve halkın doğal kullanım hakkı olan dereler, akarsular için şirketlerle ‘can suyu’ pazarlığı yapmak durumunda bulmuştuk kendimizi. Oysa, mevcut dereler zaten bizlerin, doğanın can suyudur.
Bizi sürekli şu söylemle köşeye sıkıştırmaya çalıştırlar; ki bunda da başarılı oldular kimi zaman: kalkınmak ve gelişmek için enerjiye ihtiyacımız var, bölge kalkınacak bu sayede, sonra hiç birimiz elektriksiz yapamayız dediler. Bazılarımız bu sıkıştırma karşısında, tamam biz bütün HES’lere karşı değiliz, havza planlaması yapılsın, bir dere üzerinde 15-20 HES değil de bir-iki tane yapılsın, HES yapılırken çevre tahrip edilmesin dediler. Bazılarımız da HES yapılmasın turizm yapılsın dediler.

Neoliberalizmin baş hedefi: Kamusal yarar
Yaşadığımız dünyada sermaye kendisine yeni yatırım alanları daha doğru deyişle yeni sömürü alanları arıyor. Su ve doğa, dünyayı her gün daha fazla cendereye alan küresel iklim krizi koşullarında onların gözünde büyük karlar sağlayacakları birer sektör olarak yükseliyor. Suyun ve toprağın özelleştirilmesi ile insanların yaşamını tamamen denetim altına almayı amaçlıyorlar. “Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu (IMF) tarafından desteklenen şirketler su hizmetlerinin yönetimini dünyanın pek çok ülkesinde ele geçirmektedir. Su endüstrisinin yıllık karı (yaklaşık 1 trilyon USD) petrol sanayinin karının %40’ına ulaşmıştır ve şimdiden ilaç sekötrünün karını geçmiştir. Dünya sularının henüz %5’inin özelleştiriliğini düşünürsek, ne kadar büyük bir kar potansiyeli olduğu anlaşılabilir. Bu şirketler suyu yaşam için gerekli sosyal bir kaynak olarak değil, pazar mekanizmalarıyla yönetilecek ekonomik bir kaynak olarak görmektedirler.”(Suyun metalaşması, suya erişim hakkı ve sosyal adalet, Dr. Filiz kartal, TMH-454-2009/2)
Yaşadığımız şeylerin dünyanın küresel sisteminin gidişatından bağımsız olduğunu düşünemeyiz. Vadilerimize hücum eden şirketlerin Avusturyalı, Norveçli, İsveçli, Belçikalı, Almanyalı sahiplerine, ortaklarına ve kredi aldıkları kuruluşlara bakıp, bunu çıkarabiliriz. Devletin Karadeniz’i “enerji ve turizm cenneti yapma projesi”, diğer projeleri gibi aslında küresel sistemin bir projesi. Küresel kapitalist sistem, enerji ihtiyacını karşılayacağı bir yatırım alanı olarak Türkiye’yi görüyor. Türkiye’nin 70’li yıllardaki gibi sanayileşme yoluyla kalkınma hayallerinin devamı olarak enerji sektörünü şaha kaldırmak peşinde koşuyorlar. Uzun vadede ülke topraklarından geçirilmesi düşünülen petrol ve doğal gaz hattı projelerinin yanı sıra petrol bulmak amacıyla Karadeniz’e dünyanın en büyük petrol arama platformları çıkarılıyor. Nükleer, kömür, doğal gaz, su, güneş, rüzgâr enerjisinden yararlanmak için ardı ardına yeni düzenlemeler yapılıyor. Tüm bunlar, uluslararası işbölümünün zorunlu sonucu olarak Türkiye’yi enerji ihracatçısı haline getirmekle ilintilidir.
Bu küresel planın hayata geçirilmesi süreci, dünyada 1980’li yıllardan itibaren hızla yürürlüğe giren neoliberal politikaların bir uzantısı. Neoliberalizm, ‘sosyal devlet’ anlayışını eleştirerek, devletin ekonomik faaliyetlerinin sistemin krizinin nedeni olarak gösterir. Devlet, piyasaya müdahale etmemelidir, bütün mal ve hizmetler piyasa koşullarında gerçekleşmelidir. Dolayısıyla, daha önceden devlet eliyle gerçekleştirilen mal ve hizmetler özelleştirilerek şirketlere devredilmelidir. Kısaca bu şekilde tanımlanabilecek neoliberalizm gereği olarak her yerde ve her alanda özelleştirmeler gündeme geldi. Sosyal haklar, kamusal yarar gibi kavramlar önce pratikte sonra da hukuk metinlerinde berhava edildi. Ülkemizde de devlet hızla kamusal mal ve hizmet alanlarından çekilerek buraları özel sektöre devretti. KİT’ler özelleştirildi, tarımsal üretimin düzenlenmesi ve teşviki için kurulmuş olan ofisler, kurum ve kuruluşlar lağvedildi, eğitim, sağlık, ulaşım vb. her alanda özelleştirmeler yapıldı.
Neoliberal politikaların bir halkası olarak tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de doğanın ve kültürün piyasalaştırılması süreci devam ediyor. Kalkınmacılık anlayışı çerçevesinde ilahi/mutlak bir yol olarak savunulan bu sürecin ilerlemesi için her türlü yöntem deneniyor. Hazırlıkları hiç kimseye sezdirilmeden yürütülen sürecin boyutlarının ve tahribatlarının anlaşılmasıyla toplumsal bir tepkiyle karşı karşıya kalan iktidar hızla hukuk alanında temizliğe gitmeye başladı. Anayasa ve yasalardaki doğanın korunması, yatırımlarda kamusal yarar gözetilmesi, mahkemelerin bu açıdan yerindelik denetimi yapabilir olması, önemli doğa alanlarının SİT, milli park vb. ilan edilmesi, ormanların ve meraların kullanımı, su kaynakları, içme ve sulama suları ile ilgili üreticileri, köylüleri ve doğayı koruyucu ne kadar madde varsa bunlar hızla temizlendi. Yıllar önce turizm yasası ile turizmin teşviki için arzu edilen her yere turizm tesisi kurulmasının önü açıldı. Enerji ile ilgili yasalarla SİT, milli park, doğa koruma alanlarında HES yapılmasına izin verildi. Köy yasası ile köylerin ortak malı olan meralar, ormanlarla ilgili yasalarla bozuk orman diye tanımlanan alanlar, sulama birlikleri yasası ile tarımda kullanılan yer altı ve yerüstü suları, madencilik yasası ile bütün ülke sathı şirketlerin yağmasına açıldı.
HES’lere, madenlere, nükleer santrallere, güneş panellerine ve rüzgar tribünlerine karşı çıktığımızda hep aynı soruyla bizi sıkıştırmaya çalışıyorlar: Enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız, alternatifiniz ne? Oysa bizce, sorulması gereken asıl soru kimin enerjiye ihtiyacı olduğudur. Ne için enerjiye ihtiyacımız; insanların/toplumun ihtiyacı olan mal ve hizmetlerin üretimi için mi? Peki insanların/toplumun en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaması, açlık, sefalet ve yoksullukla cebelleşmesinin nedeni üretim eksikliği mi? Üretilen mal ve hizmetler insanların ve toplumların ihtiyaçlarını karşılayamayacak düzeyde olduğundan mı, milyonlarca insan açlık çekiyor? Bize şunu söylüyorlar; insanların ihtiyaçlarının sonsuz olduğuna, mevcut üretimin, enerjinin bu ihtiyacı karşılamadığına inanmamızı istiyorlar. Oysa gerçek şudur ki tarımsal üretimdeki artış nüfus artışından çok daha fazla olmasına karşın dünyadaki açlık sorunu azalmadığı gibi gün geçtikçe daha da ağırlaşmaktadır. Dünyadaki mal üretimindeki akıl almaz artışa, mağazaların, galerilerin, marketlerin, dev alışveriş merkezlerinin mallarla tıka basa dolu olmasına rağmen insanlığın üçte birinin açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamasının başka bir nedeni olması gerektir. Bu örnek sorunun kaynağının ihtiyaca değil, kâra odaklı üretim yapan kapitalist üretim biçimi olduğuna bir kez daha işaret etmektedir. Her şeyin azami kar elde etmek ilkesine göre yürütüldüğü kapitalizmde üretim insanların ihtiyaçlarından bağımsız olarak gerçekleşir. Bu nedenle her zaman aşırı üretim söz konusudur. Aşırı üretim doğal kaynaklar rezervini sürekli olarak tüketiyor, kirletiyor. Plansız ve tüketime yönelik bir hayata mahkûm edilen bu topluma enerjiden önce başka şeyler lazımdır. Şu an Türkiye’de ve dünyada enerji açığı değil, enerji savurganlığı vardır.
Devletin kalkınma planı halkın bir kısmı tarafından da cazip bulunmaktadır. Yapılacak barajların istihdam sağlayacağını düşünenler kadar HES şirketlerinin yapacağı istimlaklar sayesinde ellerine geçecek para ile başka işler yapabilecekleri umudunda olanlar da var. Parası olanlar bizim sahibi olduğumuz bu ‘cennet’i satın almak isterken, bu ‘cennet’te yaşayanlar onu satmaya, parayla takas etmeye çalışıyor. Bu anakronik bir durum! Ama gerçek. Ve bu gerçek bize derelerimizi kurtarmak için, sadece HES şirketlerini vadilerimizden söküp atmanın yeterli olmayacağını gösteriyor. Bu cennet mekanlarda doğayla barışık bir hayatı nasıl sürdüreceğiz, köylülerin üretimini sürdürmelerini nasıl sağlayacağız? Bunlar gibi daha bir çok soru(n) üzerinde de düşünmemiz, araştırmamız gerekiyor.
Yıllarca tarım ülkesi olmaktan çıkıp sanayi ülkesi olmayı tek hedef olarak belleyip, bu yolda atılan her türlü hamleyi saygıyla selamladık. Oysa gelinen noktada dünyada öyle bir durum oluştu ki, tarımda bağımlılık ülkeler için açlık riski ile karşılaşma olasılığı doğurmuştur. Artık, ekolojik sorunlar, iklim krizi temel parametreler olarak tüm dünyada geleceğe bakış açımızı belirlemektedir. Ülkemiz tarım alanları açısından son derece uygun iklimsel özelliklere sahip olmasına rağmen uygulanan yanlış politikalar yüzünden dışa bağımlı hale gelme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Toplam yüzölçümleri Konya ovası kadar olan Belarus ülkeleri, İsrail gibi ülkelerden fasulye gibi temel tarım ürünlerini ithal eder duruma geldik.
“Elbette bütün bunlar kader değil. Tarımda bilimdeki gelişmelerin devreye sokulması, yeni teknolojilerin ekolojik ilkeler doğrultusunda uygulanması küçük arazilerde verimli ve ürün çeşidine dayalı tarımın gerçekleşmesine imkan tanıyor. Tüm dünyada bu yeni tarımın örnekleri mevcut… Karadeniz’de tarımın yeniden geliştirilmesi, eski ürünlerin (çayın, fındığın) yerine yeni tek ürünlerin (likapa, kivi gibi) ikamesi ile gerçekleşmesi imkansız. Nitekim bugün çaya/fındığa alternatif olarak sunulan kivi, likapa üretiminde de çayda yaşanan sorunlar baş göstermektedir. Bir süre sonra eskiden yaşanan sorunlar aynen tezahür edecektir/etmektedir. Yeni tarım, tekrardan piyasaya yönelik yeni ürünler arayışıyla gerçekleş(e)mez. Tarımın canlanması/gelişmesi ekolojik ilkeler ve yeniden kendine yeten toplum anlayışıyla geliştirilebilir.
“Yeni tarım ile birlikte yeni köylerin canlanışına tanık olabiliriz. Eski köylerin mimarisi, altyapısı, insan ilişkileri ile yeni köyler haline gelmesi, uygun yerlerde yeni köylerin kurulması her şeyden önce insanın doğaya, toprağa ve üretime dönüşü anlamına gelir. Ama bu klasik bir geri dönüş ya da nostalji değildir. Aksine bilimin son gelişmeleri ile asırlardan süzüle gelen geleneksel tarım tekniklerinin harmanlanması yoluyla ileriye atılacak bir adımdır. Bugün, güneş enerjisinden yararlanma, geridönüşümlü biyoyakıt kullanımı, topraksız tarım ve seracılık, üreticiler arası tohum ve ürün takası ağları gibi gelişmeler böyle bir ilerleme için yeterli altyapıyı sağlamaktadır.” (Biryaşam 11. Sayı, Editör yazısı)
Sermayenin bu saldırılarına karşı çıkarken, etraflıca araştırılmadan, tartışılmadan ileri sürülen karşı tezler bazen sermaye ile aynı zihniyet dünyasını paylaşıyor. Örneğin, sermayenin Karadeniz’i “enerji ve turizm cenneti” yapma planının enerji kısmına karşı çıkanken, alternatif olarak turizm savunuluyor. Karadeniz’in Ege, Akdeniz gibi bir turizm bölgesi haline gelmesi gerektiği ısrarla ve güçlü ikna edici bir argüman olarak ileri sürülüyor. Diğer taraftan bölgeli ya da değil, birçok ‘projeci’ bu “turizm cenneti” planından nemalanmak için tur, festival organizasyonları derdine düşmüş durumda. Yani tabiri caizse doğa can derdinde kimileri de enerji kimileri de post derdinde. Oysa “enerji cenneti” planı doğayı piyasalaştırma ise, “turizm cenneti” planı da kültürü piyasalaştırma sürecidir.
(BirYaşam Dergisi)